Tezgâhta Konuşulanlar - 2

TEZGÂHTA KONUŞULANLAR – 2

 

 

BELGESEL FİLMDE TABİATIN YENİDEN SUNUMU

 

“Açıkçası kameranın kendi varoluşundan kaynaklanan tahakküm edici tavır,

onun tabiata dahil olduğu belgesel filmlerde de ister istemez karşımıza çıkıyor.”

 

 

MP: Şimdiye kadar seyrettiğimiz tabiatla alâkalı belgesellerde, doğa belgesellerinde bize yansıtılanı, şahit olduğumuz veya inanmak istediğimiz gerçek ile eşdeğer bir konumda farz ettik. Fakat önemli birkaç noktayı gözden kaçırabiliyoruz. Öncelikle kamera, tabiatın içerisinde tabii olmayan bir vaziyette kayıt almakta; kısaca kameranın faaliyeti tabii değil suni bir eylem. İkincisi, çekimler birtakım süzgeçlerden geçen bir bakışı yansıtıyor ve temsil ediyor. Üçüncüsü, kamera bir tercihe bağlı kalarak belli bir noktadan, konumdan bakıyor. Açıkçası kameranın kendi varoluşundan kaynaklanan tahakküm edici tavır, onun tabiata dahil olduğu belgesel filmlerde de ister istemez karşımıza çıkıyor.

 

AF: Öyleyse bu türdeki belgesellerin temel problemi tabiatı konu edinmeleri değil de tercih ettiği konuyu işleme sürecinde “self-reflexive”, yani kendi kendisini ifşa eden ve bu vesileyle kullandığı enstrümanları ve perspektifi sorgulamaya açan bir yapıya sahip olmamalarıdır diyebilir miyiz?

 

MP: Turgut Cansever Rönesans resmini tarif ederken, bu dönemin resmi, sabit bir noktadan yapılan bir bakışın hakikati tamamen kapsayabileceği yanılsaması içindedir, der. Aslında aynı bağlam kameranın bu yöndeki kullanımları için de geçerlidir. Şayet kamera, yapay ve tabii olmayan konumunu, yani “gerçek”i zaten kaydetmediği gerçeğini bize söylemediğinde, tahakküm eder bir tavırla bütün bir hakikati bize gösterdiğini iddia etmeye başlıyor. Buradaki nesnellik iddiası, bir nevi tanrılık iddiasına da dönüşüyor. İnsanın gözü, tanrının gözüyle yer değiştiriyor. İnsanların bu tavra ikna olmasının temel sebebi kamera aracılığıyla didaktik ve tanrısal bir üslubun tesis edilmesidir. Tabiatı oluşturan unsurlar aynı zamanda insanoğlunu oluşturan unsurlardır. Bu nedenle insan tabiata yakınken kendisini huzurlu, rahat ve doğal hissediyor. Kendi konumunu ifşa etmeyen kamera bu doğal ortamın içerisine girdiğinde, insan için tehlikeli bir tuzak kuruluyor ve kameranın subjektif olarak gösterdikleri bizi kendisine doğru çekmeye başlıyor. Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Bize nasıl bir “gerçek” gösteriyorlar? Tabiat belgesellerini tartışmaya açacak olursak, “İnsan insanın kurdudur.” anlayışı, bu türdeki belgesellerde çok sık rastladığımız bir izlek mesela. Kurgu, çoğunlukla av ve avcı mantığı üzerinden ilerliyor. Buradaki gerçeklik payı nesnel bir göze indirgendiği için subjektiflik göz ardı ediliyor. Aynı zamanda, kullanılan dil de tartışmaya açılmıyor.

 

AF: Tabi “dış ses” kullanımı da bu durumu daha vahim bir hale sokuyor. Hiç şüphe bırakmayan bu didaktik ve kapsayıcı tavır, eğitimli bir göze sahip olmayan veya belirli formasyonlardan geçmemiş insanlar için daha da tehlikeli bir hale geliyor. Bir de vahşi doğa belgesellerinin ilgi çekici bir yönü olduğunu unutmamak lazım. Bu belgesellerde insanların doğrudan tecrübe etme imkânları bulunmayan durumlar gözler önüne seriliyor. Bu türde görüntülere karşı olan yoğun ilgi, birçok izleyiciyi ekran başına toplamaya yetebiliyor. Sizin de bahsettiğiniz gibi, “İnsan insanın kurdudur.” gibi anlayışların alt metni oluşturduğu bu tipteki yapımlar, insanların anlam dünyalarını şekillendirmek üzere bir silaha dönüşebilir.

 

MP: Kameranın yerini bir anlam dünyası üzerinden tespit ettiğini unutmak ya da unutturmak bu tehlikeyi doğurur. Mesela, “İnsan insanın kurdudur.” veya “av–avcı ilişkisi” gibi diyalektik posizyonlar, “Hayatta kalabilmek için bir başkasını öldürmek gerekir…” fikrini içinde barındırıyor. Bütün bunları ele alırken aslında bize gösterilen kesit, bütünün sadece bir parçası. Sorun ise o parçanın bütünü temsil ettiği iddiasında olmak. Parçanın bütünü temsil ettiği fikri seyirciye dayatılıyor. Bunun yerine, böylesi kesitler de var ve bu kesitler değişik bağlantılara gebe olabilir şeklinde bir tavır olsa, seyirciye bir hak tanınır ve seyircinin, gösterilen üzerine düşünebilmesi için bir zemin tesis edilir. Ancak bu durumun aksine örnek teşkil eden yapımlar günümüzde hızla artıyor. Hem de daha komplike ve büyük yapımlar olarak.

 

AF: Ve bu yapımların birçoğunda orada belirleyici bir role sahip olan insan unsuru ne yazık ki gösterilmiyor. Perspektifini ortaya koyan bir araştırmacı gösterilmeden, kamera veya kamera arkasında meydana gelen gelişmeler ifşa edilmeden, doğrudan tabiatın kendisi kayıt altına alınarak sunuluyor. Bu türdeki belgesel yapımcıları, sanki oradaki salt akışın ve gerçekliğin doğrudan bir aktarıcısıymış gibi tavır sergiliyorlar.

 

MP: Müslüman bakış açısında insanın alemde halife olduğu bir düzen mevcut. Bunun aksine insanoğlunun halife olmadığı bir denklemde, hayvanları bir insan temsili olarak yorumlamak ve bütün hakikati bu yoruma indirgemek başka bir sorun ortaya çıkarıyor. Seyircinin gösterilen gerçekliğin bizzat kendisini ya da bütününü bilmemesinden istifade ediliyor. Bir de yaslanılan bakış açısının kullandığı dili sorgulamamız engelleniyor. Stadyumda, kale arkasındaki koltuğundan maçı izleyen bir seyirci, gelişmeleri sürekli sabit bir noktadan seyreder. Uzak uzaktır, yakın ise yakın. Ancak aynı maçı televizyondan seyreden bir seyirci için farklı bir kurgu söz konusudur. İkisi de maçı seyrettiğini iddia edebilir. Ancak ikisinin seyrettiği aynı maçtır demek pek mümkün değildir. Aslında stadyumda maçı izliyor olmak çok daha tabii bir şey. Ama var olan maçı bir televizyon kurgusuyla, bir reji eşliğinde seyretmek daha başka bir anlama geliyor. İşte buradaki anlam farklılaşması sorgulanmadığında karşımıza tabiat belgesellerindeki problem çıkıyor.

 

AF: Açıkçası sadece konu edilen dünyanın manipülasyonu değil, zamanın manipülasyonu da büyük bir sorun doğurur. Televizyon başında maç izleyen bir seyirci ile aynı maçı stadyumda izleyen seyirci için aynı 90 dakikalık zaman akışı birebir gerçekleşir. Ancak uzun çekim süreleri ile doğa belgeseli çeken ekip, hem zamanı hem uzamı parçalayarak ve manipüle ederek seyirciye sunar. Zamanda bir eksiltme, mekânda ise bir parçalama yoluna gidilir.

 

MP: Bununla birlikte, tabiatı oluşturan unsurlar arasından sadece hayvanlar anlatıldığında ve diğer unsurlar göz ardı edildiğinde, yani sadece hayvanlar arasındaki ilişkilerin gösterilip hayvanlar ve madeniyat arasındaki ilişki veya yine hayvanlar ve nebatat arasındaki ilişki elimine edildiğinde başka bir parçalama daha ortaya çıkıyor. Hele hele içinde insan bulunmayan bu bütünü parçalamak, manipüle etmek ve bu manipülasyonu tescillendirmek çok daha kolay. Parçalara ayırdıkça bütünden uzaklaşılıyor. Zaten bu problem temelde, bütünü görememe problemidir. Aynı zamanda subjektif olan bir şeyi seyirciye nesnelmişçesine algılatmak gayet ideolojik bir tavır.

 

AF: Bu türdeki belgesel sinema, içinde yaşadığımız çağa hakim zihniyet için biçilmiş bir kaftandır diyebiliriz. Özellikle, Aydınlanma’dan sonraki süreçte, kendisini doğayı en küçük parçasına kadar öğrenmeye, bu vesileyle kontrol altına almaya ve istediği doğrultuda şekillendirip kullanmaya adamış insan aklı, belgesel sinemayla birlikte inanılmaz merhaleler katetmiş oldu. Bu yeni düzen içerisinde, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir parçayı ayağına kadar getirip inceleme konusu haline getirmek mümkün. Aklıma Walter Benjamin’in bir cerrah ve bir medyum üzerinden yaptığı karşılaştırma geliyor. Sinemacı, bir modern cerrah olarak ortaya çıkar. Karşısına çıkan gerçekliği elindeki neşteri vasıtasıyla keserek ve parçalayarak, deyim yerindeyse, onun içine nüfuz ederek kayıt altına alır. Bu durumun karşısında ise medyumvari bir tavır mevcuttur. Medyum, var olanı bütünsel olarak algılar ve cerrahın aksine, tedaviyi karşısındakinin varlığına nüfuz etmeden, onunla “doğrudan” bir şekilde temas kurmadan uygular. Zamanın ve uzamın var olan bütünselliğini, sinema kendi istekleri doğrultusunda parçalayarak manipüle eder. Bireyin belirleyici rolü bu yaratım sürecinde büyük önem kazanır.

 

MP: Zaten belgesel çekilecek bir bölge, yerleştirilen kameralarla, kurulan küçük çaplı tesisler ve çekim ekibiyle birlikte bir deney alanına çevriliyor. Sinemanın buradaki konumu daha doğduğu dönemden başlayan bir probleme işaret ediyor: Bir zamanlar fiziksel bir şekilde gerçekleştirilen tahakküm ve sömürgeleştirmenin, daha sonra zihnî bir tahakküm ve sömürgeleştirme sürecine evrilmesi. Bununla birlikte, her şeyin zıttını içinde barındırdığını da unutmamamız gerekir. Üzerine konuştuğumuz sinema, var olan tahakkümü tersine çevirebilecek büyük bir potansiyeli içinde taşır. Temel malzemesi zaman olan, dört başı mamur bir sanat diyebileceğimiz sinema, icracısına büyük bir imkân sunar. Ancak yönlendirme her halukârda kaçınılmazdır. Bu durum bütün sanatlar için söz konusu. Bir istikamet var. Mesele bu istikametin tahakküme evrilip evrilmeyeceği.

 

AF: Peki belgesel filmde, seyirci üzerinde herhangi bir tahakküm kurmadan tabiatın yeniden sunumu mümkün olabilir mi?

 

MP: Alemde bir akış söz konusu ve film yaparken bu akışın dışında hareket etmek mümkün değil. Netice itibariyle kamerayı tamamen günahkâr ilan etmenin bir anlamı yok. Biz burada kameradan ziyade, kamerayı kullanan insanı tartışıyoruz. Öyleyse tespit ettiği konuda ve girdiği alanda bütünü görmeye çalışan, şahit pozisyonda yer alarak seyirciye temâşâ etme imkânı tanıyan ve onu tefekküre sevk eden bir tavır takınmak neden mümkün olmasın!

 

 

Not: “MP”, Murat Pay’ın kısaltması, “AF” ise Ali Abbas Fidan’ın kısaltması olarak kullanılmaktadır.